1984-George Orwell 2.bölüm

 


Winston, tam kapının tokmağına uzanmışken, günceyi masanın üstünde açık bırakmış olduğunu gördü. Sayfada yukarıdan aşağıya kadar, odanın bir ucundan okunabilecek büyüklükte harflerle KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER yazılıydı. Günceyi açık bırakmakla büyük bir salaklık yapmıştı. Ama, o panik içinde bile, mürekkep daha kurumamışken defteri kapatarak kaymak kâğıdı kirletmek istememiş olduğunu fark etti. Nefesini tutup kapıyı açtı. O anda gönlüne su serpildi. Kapının önünde solgun, seyrek saçlı, yüzü kırış kırış, ezik bir kadın duruyordu. "Ah, yoldaş," dedi kadın ezgin, ağlak bir sesle. "Geldiğinizi duydum da. Acaba bize kadar gelip mutfağımızdaki lavaboya bir bakar mısınız? Tıkanmış galiba..." Aynı kattaki komşunun karısı Bayan Parsons'tı. ("Bayan", Parti'nin pek doğru bulmadığı bir sözcüktü −herkese "yoldaş" demeniz gerekiyordu− ama insan yine de bazı kadınlara "Bayan" demekten alamıyordu kendini.) Bayan Parsons otuz yaşlarında olmasına karşın daha yaşlı gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklara toz dolmuştu sanki. Winston koridorda kadının ardı sıra ilerledi. Bu amatörce onarım işleri gündelik bir sorun olup çıkmıştı. Zafer Konutları 1930'lu yıllarda yapılmıştı, daireler bakımsızlıktan dökülüyordu. Tavan ve duvarların sıvaları sürekli dökülür, dışarısı buz tuttuğunda su boruları patlar, ne zaman kar yağsa dam akar, ısıtma sistemi genellik- le yarım yamalak çalışırdı, savurganlık olmasın diye tümden kapatılmamışsa tabii. Kendi başınıza yapabilecekleriniz dışında, tüm onarımların, bir pencere pervazının tamirini bile iki yıl geciktirebilen erişilmez bir kurulca onaylanması gerekiyordu. Bayan Parsons, duyulur duyulmaz bir sesle, "Tom evde yok da," dedi. Parsonsların dairesi Winston'ınkinden daha büyük ve karmakarışıktı. Sanki az önce evin içinden iri, yabanıl bir hayvan geçmiş, her şeyi ezip darmadağın etmişti. Spor malzemeleri −hokey sopaları, boks eldivenleri, patlak bir futbol topu, içi dışına çevrilmiş, terden sırılsıklam bir şort− yerlerdeydi; masanın üstüde bir yığın kirli tabak ve sayfalarının köşeleri kıvrılmış müsvedde defterleri vardı. Duvarlara, Gençlik Birliği ile Casusların kızıl bayrakları ve Büyük Birader'in kocaman bir posteri asılmıştı. Tüm binada duyulan o kaynatılmış lahana kokusu içeriyi de sarmıştı, ama lahana kokusuna daha da keskin bir ter kokusu karışmıştı; o sırada orada olmayan birinin kokusuydu bu, nedendir bilinmez, insan bunu hemen anlıyordu. Başka bir odada, birisi, tele-ekrandan hâlâ yayımlanmakta olan askeri marşa bir tarak ve bir parça tuvalet kâğıdıyla tempo tutmaya çalışıyordu. "Çocuklar," dedi Bayan Parsons tedirgince kapıya bakarak. "Bugün sokağa çıkmadılar da. O yüzden..." Cümlelerini yarım bırakmak gibi bir alışkanlığı vardı. Mutfaktaki lavabo, lahanadan da berbat kokan, yeşilimtırak, pis bir suyla nerdeyse ağzına kadar doluydu. Winston diz çökerek borunun eklem yerini inceledi. Ellerini kullanmaktan nefret ettiği gibi, he r seferinde öksürmeye başlamasına neden olduğu için eğilmekten de nefret ederdi. Bayan Parsons umarsızca seyrediyordu. "Tom evde olsaydı anında hallederdi," dedi. "Böyle işleri çok sever. Eli her işe yatkındır Tom'un." Parsons, Winston'ın Gerçek Bakanlığı'ndan iş arkadaşıydı. Şişmanlığına karşın herkesi serseme çevirecek kadar cevval, ahmak denecek kadar gayretkeş bir adamdı; Parti'nin varlığını sürdürmesi, Düşünce Polisi'nden bile çok, sorgusuz sualsiz inanan, körü körüne bağlanan böylelerine bağlıydı. Otuz beşine geldiğinden, kısa bir süre önce istemeye istemeye Gençlik Birliği'nden ayrılmış, Gençlik Birliği'nden ayrılmadan önce de yaş sınırını bir yıl aşana kadar Casuslar'da kalmayı başarabilmişti. Bakanlık ta fazla zeki olmayı gerektirmeyen önemsiz bir görevde olmasına karşın, Spor Kurulu'nun ve toplu doğa yürüyüşlerini, kendiliğinden gösterileri, tutumluluk kampanyalarını ve gönüllü etkinlikleri düzenleyen tüm öteki kurulların önde gelen kişilerindendi. Piposunu tüttürürken böbürlenerek anlattıklarına bakılırsa, Dernek Merkezi'ndeki akşam toplantılarını son dört yıldır bir kez bile kaçırmamıştı. O dayanılmaz ter kokusu, yorucu yaşamına bilinçsizce tanıklık edercesine, nereye gitse ardından gelir, dahası, o gittikten sonra da orada kalırdı. Winston, borunun dirseğindeki kelepçeyle oynarken, "İngilizanahtarınız var mı?" diye sordu. Bayan Parsons, birden telaşa kapılarak, "İngilizanahtarı mı?" dedi. "Bilmem. Mutlaka vardır. Belki çocuklar..." Çizme sesleri arasında tarağa tutulan tuvalet kâğıdına üfleyerek çıkarılan son bir sesten sonra çocuklar oturma odasına daldılar. Bayan Parsons ingilizanahtarını getirdi. Winston, suyu boşalttıktan sonra, boruyu tıkamış olan saç topağını tiksinerek çıkarttı. Musluktan akan soğuk suyla ellerini bir güzel yıkayıp öteki odaya döndü. "Eller yukarı!" diye haykırdı yabanıl bir ses. Güzel yüzlü, sert bakışlı, dokuz yaşlarında bir oğlan masanın arkasından oyuncak bir otomatik tabancayla Winston'ı korkutmaya çalışıyor, ondan iki yaş kadar küçük kız kardeşi de elindeki bir tahta parçasıyla ona öykü- nüyordu. İkisi de Casuslar'ın üniforması olan mavi şort, gri gömlek giymiş, kırmızı boyunbağı takmıştı. Winston ellerini başının üzerine kaldırdı, ama tedirgindi; oğlan o kadar haince bakıyordu ki, hiç de oyun oynar gibi bir hali yoktu. "Sen bir hainsin!" diye ciyakladı oğlan. "Sen bir düşünce-suçlususun! Sen bir Avrasya casususun! Seni vururum, seni buharlaştırırım, seni tuz madenlerine yollarım!" Birden ikisi de Winston'ın çevresinde hoplayıp zıplayarak, "Hain!", "Düşünce-suçlusu!" diye bağırmaya başladılar; küçük kız, ağabeyi ne yaparsa onu yapıyordu. Ürkütücü bir görünümdü, çok geçmeden büyüyüp insanları yiyecek olan kaplan yavrularının oyun oynamalarına benziyordu. Oğlanın bakışlarında temkinli bir yabanıllık vardı, belli ki Winston'ı yumruklamak ya da tekmelemek için can atıyordu, pek yakında bunu yapabilecek kadar büyüyeceğinin ayırdındaydı. Winston, neyse ki elindeki tabanca gerçek değil, diye geçirdi içinden. Bayan Parsons, ürkek gözlerle bir Winston'a, bir çocuklara bakıp duruyordu. Winston, oturma odasının daha aydınlık ışığında, kadının yüzündeki kırışıklara gerçekten toz dolmuş olduğunu hayretle fark etti. "Çok gürültü yapıyorlar," dedi kadın. "İdamları seyretmeye gidemedikleri için çok üzüldüler de ondan. Hiç vaktim yoktu, götüremedim; Tom da geç dönecek işten." Oğlan, korkunç bir sesle, "Neden gidemiyormuşuz idamları görmeye?" diye haykırdı. Küçük kız da, hoplaya zıplaya, "Ben idamları görmek istiyorum! Ben idamları görmek istiyorum!" diye çığırıyordu. Winston, savaş suçu işledikleri gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırılan bazı Avrasyalı mahkûmların o akşam Park'ta asılacaklarını anımsadı. Nerdeyse her ay düzen- lenen bu gösteri çok tutuluyordu. Çocuklar gitmek için yanıp tutuşurlardı. Winston, Bayan Parsons'tan izin isteyerek kapıya yöneldi. Ama koridorda daha birkaç adım ilerlemişti ki, ensesinde korkunç bir acı duydu. Ensesine kızgın bir tel saplanmıştı sanki. Birden arkasına döndü ve Bayan Parsons'ın, sapanını cebine sokmakta olan oğlunu içeri çekmeye çalıştığını gördü. Oğlan, kapı üzerine kapanırken, "Goldstein!" diye böğürdü. Ama Winston'ı asıl tedirgin eden, kadının solgun yüzündeki umarsız korku oldu. Dairesine dönünce, tele-ekranın önünden hızla geçti, hâlâ ensesini ovuşturarak yeniden masanın başına oturdu. Tele-ekrandan gelen marşlar kesilmişti. Şimdi keskin bir askeri ses, vahşice bir zevk alıyormuşçasına, İzlanda ile Faroe Adaları arasında bir yerde demirlemiş olan yeni Yüzen Kale'nin silahlarını sayıp sıralıyordu. Zavallı kadın o çocuklarla cehennem hayatı yaşıyor olsa gerek, diye düşündü Winston. Bir iki yıla kalmaz, annelerinin küçücük bir sadakatsizliğini yakalamak için kadıncağızı gece gündüz izlemeye başlardı bunlar. Son zamanlarda nerdeyse tüm çocuklar korkunçlaşmıştı. En kötüsü de, Casuslar gibi örgütler aracılığıyla sistemli bir biçimde, başına buyruk küçük vahşilere dönüştürülmüş olmalarına karşın, Parti disiplinine en ufak bir baş kaldırma eğilimi göstermemeleriydi. Tam tersine, Partiye ve Parti'yle bağıntılı her şeye tapıyorlardı. Şarkılar, törenler, bayraklar, yürüyüşler, oyuncak tüfeklerle yapılan talimler, atılan sloganlar, Büyük Birader'e tapınmalar; onların gözünde bütün bunlar harika birer oyundu. Tüm vahşilikleri dışa vurmuş, Devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, kundakçılara, düşünce suçlularına yönelmişti. Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için nerdeyse olağan bir şey olup çıkmıştı. Haksız da sayılmazlardı, çünkü gün geçmiyordu ki, Times gazetesin- de, konuşmaları gizlice dinleyen alçak bir veledin −genellikle "çocuk kahraman" deniyordu bunlara− kulağına çalınan uzlaşmacı bir söz üzerine anasıyla babasını Düşünce Polisi'ne ihbar ettiğine ilişkin bir haber çıkmasın. Oğlanın sapanla attığı taşın acısı hafiflemişti. Winston gönülsüzce kalemi aldı, günceye yazacak daha başka ne bulabilirim, diye düşünüyordu. Birden aklına yine O'Brien geldi. Yıllar önce -n e kadar olmuştu? Yedi yıl olmalıydırüyasında kapkaranlık bir odada yürüdüğünü görmüştü. O geçerken, yanda oturan biri, "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," demişti. Bu söz, duyulur duyulmaz bir sesle, öylesine söylenmişti; bir buyruk gibi değil, bir açıklama gibi. Winston duraklamadan, yürüyüp gitmişti. İşin tuhafı, o sırada, rüyada söylenen bu sözler Winston'ı pek etkilememiş, ama sonradan yavaş yavaş anlam kazanmaya başlamıştı. O'Brien'ı ilk kez rüyadan önce mi, sonra mı gördüğünü şimdi anımsayamadığı gibi, sesin O'Brien'ın sesi olduğunu ilk kez ne zaman anladığını da anımsayamıyordu. Ama her nasılsa onun sesiydi işte. Karanlıkta onunla konuşan, O'Brien'dı. Winston, O'Brien'ın dost mu, düşman mı olduğunu hiçbir zaman çıkaramamıştı; sabahleyin gözlerinde yanıp sönen parıltıdan sonra bile emin olamamıştı bundan. Kaldı ki, o kadar önemli de değildi. Aralarında, sevgiden ya da partizanlıktan da önemli bir karşılıklı anlayış oluşmuştu. "Karanlığın hiç olmadığı yerde buluşacağız," demişti. Winston bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu, yalnızca bir gün bir biçimde gerçek olacağını biliyordu. Tele-ekrandan gelen ses bir an kesildi. Suskun boşlukta dupduru ve çok güzel bir borazan sesi dolandı. Sonra o çatlak ses yeniden duyuldu: "Dikkat! Dikkat! Malabar cephesinden az önce aldığımız habere göre, Güney Hindistan'daki birliklerimiz şanlı bir zafer kazanmıştır. Şu anda haberini verdiğimiz harekâtın, savaşı sonuna yaklaştırabileceğini söyleyebilirim. Haber şöyle..." Winston, kötü haber geliyor, diye geçirdi aklından. Ve düşündüğü gibi de çıktı; öldürülenler ve tutsak alınanların ürkütücü bir listesi eşliğinde, bir Avrasya ordusunun yok edilişinin olanca vahşetiyle anlatılmasını, çikolata tayınının gelecek haftadan başlayarak otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği açıklaması izledi. Winston bir kez daha geğirdi. Cinin etkisi hafifledikçe, içi boşalıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordu. Tele-ekranda -belki zaferi kutlamak, belki de elden giden çikolataları belleklerden silmek için- birden gümbür gümbür "Okyanusya, sana canımız feda" çalmaya başladı. Aslında hazır olda dinlemek gerekiyordu. Ama Winston oturduğu yerden görünmüyordu nasıl olsa. "Okyanusya, sana canımız feda", yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. Winston, sırtını tele-ekrana vererek, pencerenin önüne geldi. Hava hâlâ pırıl pırıl ve soğuktu. Uzaklarda bir yerde patlayan bir bombanın boğuk gümbürtüsü yankılandı. O sıralar Londra'ya haftada yirmiotuz kadar bomba yağıyordu. Aşağıdaki sokakta, yırtık poster rüzgârla inip kalktıkça İNGSOS sözcüğü bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İngsos'un kutsal ilkeleri. Yenisöylem, çiftdüşün, geçmişin değişebilirliği. Winston sanki deniz dibi ormanlarında öylesine dolaşıyordu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi sanki. Bir başınaydı. Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı. Ondan yana olduğuna güvenebileceği tek bir insan kalmış mıydı acaba? Sonra, Parti'nin egemenliğinin sonsuza kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Gerçek Bakanlığı'nın beyaz cephesindeki üç slogan, bir yanıt gibi karşısında duruyordu: SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR CAHİLLİK GÜÇTÜR. Winston cebinden bir yirmi beş sent çıkardı. Madeni paranın üstünde de küçük, okunaklı harflerle aynı sloganlar yazılıydı; öbür yanında ise Büyük Birader'in yüzü görülüyordu. Büyük Birader'in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden... her yerden. Hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses. Uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta... kaçış yoktu. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi. Güneş yer değiştirmişti; Gerçek Bakanlığı'nın artık ışık almayan sayısız penceresi, bir kalenin mazgalları kadar korkunç görünüyordu. Piramit biçimindeki bu dev yapı, Winston'ın yüreğine yılgı saldı. Kaya gibiydi, ele geçirmek olanaksızdı. Bin bomba atılsa bile yıkılmazdı. Winston bir kez daha, günceyi kimin için tuttuğunu sordu kendi kendine. Gelecek için, geçmiş için... düşsel bir çağ için belki de. Üstelik kendisini bekleyen, ölüm değil, yok edilmeydi. Güncesi kül edilecek, kendisi de buhar olacaktı. Yazdıklarını, yakılıp yok edilmeden önce yalnızca Düşünce Polisi okuyacaktı. İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kâğıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi? Tele-ekranda saat on dördü vurdu. Winston'ın on dakika içinde evden çıkması gerekiyordu. On dört otuzda işte olmak zorundaydı. Nedendir bilinmez, saatin vurması onu yeniden yüreklendirmişti sanki. Winston, kimsenin duymayacağı bir gerçeği dile getiren, kimi kimsesi olmayan biriydi. Ama bu gerçeği dile getirdiği sürece, belli belirsiz de olsa süreklilik kesintiye uğramayacaktı. İnsanlık kalıtı, sesini duyurarak değil, akıl sağlığını koruyarak sürdürülüyordu. Yeniden masanın başına oturdu, kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı: Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana; gerçeğin var olduğu ve yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana: Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından; selamlar! Artık ölmüş olduğunu düşündü. İşte şimdi, düşüncelerini dile getirebilmeyi başardığında, can alıcı adımı attığını geçirdi aklından. Her davranışın sonuçlarını, o davranışın kendisi doğurur. Yeniden yazmaya koyuldu: Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ ölümdür. Kendini ölü bir adam olarak kabul etmişti ya, elden geldiğince uzun süre hayatta kalmak önem kazanmıştı. Sağ elinin iki parmağına mürekkep bulaşmıştı. İşte tam da böyle bir ayrıntı insanı ele verebilirdi. Bakanlık'taki bağnaz bir gayretkeş (olasılıkla bir kadın; saçları kum sarısı, ufak tefek kadın ya da Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kız gibi biri) öğle arasında neden yazdığını, neden eski moda bir kalem kullandığını, dahası ne yazdığını merak etmeye başlayabilir, sonra da bir ilgilinin kulağına kar suyu kaçırabilirdi. Banyoya gitti, insanın derisini zımpara kâğıdı gibi kazıyan, o yüzden de bu iş için çok uygun olan pürtüklü koyu kahverengi sabunla ellerini uzun uzun yıkayarak mürekkebi çıkardı. Günceyi çekmeceye koydu. Gizlemeye kalkışmak gereksizdi, ama hiç değilse farkına varıp varmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına bir saç teli koysa çok belli olacaktı. Gözle görülür bir tutam beyazımsı tozu parmağının ucuyla aldı, güncenin kapağının bir köşesine sürdü, günce kımıldatılacak olursa toz dökülecekti.

Yorumlar